Salahadin Eyubi’nin torunu Abdülşafi, İsrail’e karşı



Faysal Dağlı


Bazı şeyler akıl ile açıklanamaz. Burdaki hikayede olduğu gibi!
Abdülşafi o gece uyuyamamıştı. Rüyasında gördüğü; Gazze’nin üzerinde uçuşan roketlerin kendi başına düştüğünü sanıyor, Yahudi şehirlerine doğru uçan füzeleri ateşleyen mücahitlerin zafer nidalarının da kendi böğründen çıktığını hissediyordu. Kabuslardan oldukça daralmış, sabaha doğru sahur vaktinde kapının önüne çıkarak, bir sigara yakmıştı. Kötü talih işte, tam o sırada iki bekçi ile burun buruna gelmiş, ‘kimlik’ diye copuyla omzunu dürten bekçiye, 'abê vala hava almaya çıktım kapının önüne, kimlik yukarda’ demesine rağmen, ‘sokağa çıkma yasağı var, korona var, ne işin var sokakta’ diyen bekçiyi ikna edememiş, 3600 TL ceza yazılan makbuza bakıp, ‘Filistin sağolsun, zaten ödeyemem’ diye iç geçirmişti!
Mescid-i Aksa Şeyhi Ömer El-Kisvani, Kudüs ve Gazze’de çatışmaların başlaması ardından, 22’si Arap, 50 ‘Müslüman’ devletin, Filistin için İsrail’e karşı kıllarını kıpırdatmamaları üzerine, ‘Ey Salahadini Eyubi neredesin’ diye yakarmış, onun bu seslenişi, İsrail şehirlerinin üzerine atılan yüzlerce füzenin yüreğini soğutamadığı kimi Kürd müminlerde ferevana yol açmıştı.
Bunlardan biri Diyarbakırlı Abdülşafi idi!
Şeyhin çağrısını A Haber’den izlemişti. O sırada İsrail’e en çok yatırım yapan Türk şirketi olan Zorlu Grub'un markalarından Pierre Cardin Home’nin nevresim ve yatak odası reklamları dönüyordu ekranda. Alt yazı olarak geçen Arap İmamın bu çağrısını okuyan Abdülşafi infiale kapılmış, o an Filistin’e gidip İsrail’e karşı savaşma kararı vermişti! Ancak, Şeyhin bu çağrısının yazı olarak, iç gıdıklayıcı geceliği ile nevresimler üzerinde yuvarlanan kadın mankenin tombul hatlarının altından geçmesine bozulmuştu! Oysa ne hoş bir huri olurdu bu hatundan!
Abdülşafi yoksul bir aileden idi. Sur’daki evleri 6 yıl önce devlet güçleri tarafından yıkılmış, ailecek Bağlar’daki yakınlarına sığınmıştılar. Bulabildiği zamanlarda hamallık, amelelik yaparak aile bütçesine katkıda bulunmaya çalışıyordu. ‘Sünettir’ diye uzattığı sakalının kapattığı çelimsiz yüzü, uzun ve bakımsız vücudunun yorgunluğu ile zaman zaman AKP binaları önünde dağıtılan soğan-patates çuvallarını kapmak için erkenden kuyruğa girerdi. Yanısıra iş bulmak için partinin önünde oturur, salavat çekerek sabırla birinin kendisine merhamet göstermesini bekler, günlerini öylece geçirirdi. Ara sıra da, camiden tanıdığı bir polisin torpili ile HDP binası önünde ‘kayıp yakını’ olarak oturur, yövmiyesini alırdı.
30’unu aşmasına rağmen evlenememiş, okulu da terketmişti. Bir çok akranı gibi sağda solda el emeği ile geçinmenin ötesinde bir meslek de edinememişti. Sevdiği kız yıllar önce yakılan köylerinden bilmediği diyarlara göçmüştü. Abdülşafi hayatın ve doğduğu toprakların kendisine biçtiği kötü talihe, açlık ve sefalete rağmen, şanslı olduğuna inanmış, çocukluğundan beri ona kadere teslim olmayı öğreten imanlı abilerin sohbetlerinde şekillenmişti. Zaten ismini bile doğduğu gece, köylerini ziyaret eden bir şeyhten almıştı. Şeyh Abdülşafi o gece yanında jandarma komutanı ve bir yığın askerle gelerek, köylülere ‘terorislere ekmek vermeyeceklerine’ dair mushafa el bastırmıştı. O kutsal adamın ismini taşımanın haliyle kaderini de çizdiğine inanıyordu.
‘Devletine-milletine bağlılığından’ taviz vermez, Ulu Cami’deki Cuma hutbelerinde İmamın; ‘Ey Müslümanlar kendi aranızda Kürtçe dua etmeyin, vallaahi cehennem var, tillahii ateş var’ diye uyardığı cemaate dönüp; ‘Kuldan utanmisız, bari Allahtan korxın oğlım, hepımız din kardaşayıx, niye bölicilıx yapisız’ diye fırça atınca, sevaplarının birkaç misli arttığını, cenetten baş köşeyi ve şu nevresim reklamındaki hatuna benzeyen en güzel hurileri kapacağını hayal ederdi. Ancak tam o sırada küçük parmağı ile dişindeki sızı hayallerinden koparırdı onu. Parmağının tırnağını, ağzının da dişini, sırasıyla ilkokul öğretmeni ve askerdeki onbaşısına kaptırmıştı. İkisi de Abdülşafi’yi düzgün Türkçe konuşamadığı için düzenli döverek bu sızıları ona armağan etmişlerdi.
Kahvede TV haberlerini izlerken, ‘Eyyyy İsrail ayağını denk al’ diyen Reis’in çağrısına; ‘Reis bizi Küdüs’e götür’ diyen kefenli, bayraklı bir grubun başındaki siyasetçinin bedeli askerlik yapan bir kumarbaz olduğunu söyleyerek, ‘tırroya bax, oğlım reisin seni niye götırsın, o İsrail’in dolarlarını götıri, qebrax hema hûn mêr in Quds li wir e’ diyen arkadaşlarına nefretle bakıp, çayını içmeden kalkıp giderdi.
Abdülşafi, Diyarbakır’da zaman zaman çıkan olaylarda polis ve askerin, taş ve slogan atan mahalle çocuklarının kafa ve kollarını kırmasına, bazılarını silahlarla öldürüp, yakaladıklarına korkunç işkenceler etmelerine rağmen ‘siyasi meselelere’ uzak durur, sadece ara sıra TV’lerde rastladığı İsrail polislerinin Filistinli çocukları dövmesi görüntülerine ve Küdüs’ün ‘siyonistlerin işgali altında olmasına’ üzülürdü. Gerçi ‘siyonistin’ ne olduğunu bilmezdi ama herhalde ‘komünist’ gibi bir şey olmalıydı. Doğrusu ‘komünistin’ de ne olduğu bilmiyordu ama olsun. İmanlı abilerinin ona, kendisinin ‘dinin kılıcı Selahadin Eyubi’nin torunu olduğunu, Salahadin’in zamanında Küdüs’ü kafir-küferadan kurtardığını anlattığı günden beri, o şehre karşı bir aşk hisseder olmuştu, bu ona yeterdi. Gerçi mahalleden Bozo, ‘Atamız Salahadin, Küdüs’ü Avrupalı soygunci Xaçolardan kurtardı, Xırıstiyanlara, Yahudilere ve Müslümanlara verdi, barış yapti, seni kandıriler’ derdi, ama o cahil ne bilirdi ki!
Bazen bu tür düşüncelere gömüldüğü vakit şehrin üstünden ses duvarını aşarak geçen uçakların gürültüsünden ürperir, onların İsrail uçakları olduğu sanısıyla bir an donardı, neyse ki hemen aklı başına gelir, bunların ‘Kuzey Irak’taki köyleri, dağları bombalamaya giden Türk uçakları olduğunu fark eder, şükredip kendine gelirdi!

Abdülşafi Lübnan’da

Amedli Abdülşafi, Filistinli Şeyh Ömer El-Kisvani’nin Salahadini Eyubi’nin torunlarına yakarması ve onları yardıma çağırmasına cevap olarak Filistin’e gitmeye karar vermişti. Ama nasıl? Konuyu çevresinde aklına, kültürüne güvendiği bir arkadaşına açmıştı. Arkadaşı ona İsrail Konsolosluğundan vize alarak Filistin’e gidebileceğini öğütlemişti. Başka da yolu yoktu. Gerçi daha önce Mavi Marmara gemisi ile Gazze’ye gitmek isteyen mücahitlerin başlarına geleni duymuştu, ancak bu kez durum acildi, Küdüs’ün ve Filistinli çocukların ona ihtiyacı vardı.
En son ondan haber alanlar, vize almak gittiği için İsrail Elçiliği önündeki korumalar tarafından dövülerek Türk polisine teslim edildiği dışında bir şey duymamıştı! İki gün önce yakın arkadaşı Abdülsettar’a, ‘Gidişim rezalet olsa da, amelim muhteşem olacak’ diye söylenmiş, bir miktar borç para almış ve ortadan kaybolmuştu.
Bir süre sonra Abdülşafi, Güney Lübnan’da bir askeri kampta ortaya çıkmıştır. Kamp komutanı Şeyh Nedrettin, bir Kürdün geldiğini duyunca planını yapmıştır. Adamlarından, Abdülşafi’yi karşılamak için askeri tören yapmalarını istemiştir. ‘Ya Salahadin’in torunu, büyük atan, Emir-i Müminin Küdüs’ü kurtarmıştı, sen de onun yolundan gidecek, adını bir kez daha yaşatacaksın’ deyip gaz verir. Ardından onu bir köşeye çekerek, onunla ilgili planını açıklar. Plana göre, Abdülşafi’yi süper bir eğitimden geçirip, düşman hatları gerisine gönderecektir. O bir fedai olacak, günü geldiğinde düşmanın kalbinde istişhat ameliyatı yapacaktır.
Hemen sıkı bir eğitim programı hazırlanır. Dünyanın dört bir yanından getirilen özel savaş uzmanları, Abdülşafi’ye bir ölümlünün yapabileceği, öğrenebileceği her şeyi öğretir. İnsan elinden çıkmış tüm araçları, silahları kullanmasını öğrenir. Tek başına bir silah fabrikası gibidir artık. Bir tel parçası, bir pil ve bir sürahi sudan bir kenti yok edebilecek bir oksijen bombası, bir ölü tosbağadan biyolojik silah, saç spreylerinin karışımdan bir kenti acılar içinde mahvedecek kimyasal silahlar yapabilmektedir. Yalnız başına bir tabur askeri altedecek dövüş sanatlarını, denizde ve çölde günlerce aç, sussuz hayatta kalmayı öğrenmiştir.
Günde sadece 4 saat uyumakta, geri kalan zamanını normal bir insanın 4 kez yaşaması halinde öğrenemeyeceği beceriler, bilgiler, uzmanlıklar edinerek geçirmektedir.
Bir yandan da bir akademisyen titizliği ile Hübri dilinin tüm lehçelerini, belli başlı dünya dillerini, Yahudi tarihini, dini, sosyal yaşamı vs gibi detayları öğrenir. İnançlı ve bilinçli bir Yahudi olarak yeniden kurgulanmış gibidir. Yeni ismi Simon Mebesilo’dur!
Eğitimi ardından sahte kimlik ve kurgulamış bir yaşam öyküsü ile İsrail’e gönderilecek, orda bir süre ‘uyuyacak’, günü geldiğinde harekete geçecektir. Değil Mossad, dünyanın tüm casusları, yalan makinaları bir araya gelse, asla ne kimliğini ortaya çıkarabilecek ne de onu ele geçirebilecektir. Düşmana hiç ummadığı bir yer ve zamanda kendini gösterecek, ama o an işin işten geçtiği son nefes olacaktır.
Gariptir, gittiği kampta, mücahitlerin dışında, ’solcu’ ve ‘sağcı’ olduğunu söyleyen, dünyanın farklı ülkelerinden gelen insanlarla da karşılaşmıştır! Ama olsun, demek ki onlar ‘imanlı solcular ve sağcılar’ olduğu için ‘siyonizme karşı savaşmaya’ gelmiştir. Hatta kampta saçı, sakallı, tekesi karışık birkaç Yahudi ile de karşılaşmıştır, gariptir onlar da İsrail devletine karşıdır, siyonist devletin yıkılmasını istemekte, bunun Rab’in bir emri olduğunu söylemektedirler. El mühim, hepsi İsrail’e, Yahudilere karşıdır!
Bu arada yapacağı feda eyleminden sonra yayınlanacak veda konuşması videoya çekilir. Afişleri hazırlanır. Örgüt, tüm bütçesini Abdülşafi’nin eğitim programı ve eylem planı için harcamıştır. Nasıl bir eylem yapacağını ona bırakmışlardır. Tek şart; ülkenin en büyük kalabalığının ortasında, düşmanın beklemediği sürpriz bir eylem yapmasıdır.
Bu şekilde, göreve gitme günü gelir. Yine büyük bir askeri törenle uğurlanacaktır. Sadece onun kullanması için Lübnan sınırından Küdüs’ün içine çıkan, yapımı aylarca süren bir tünel kazılmıştır.
Komutan Şeyh Nedrettin artık ona ‘Ya Şehit’ diye hitap etmektedir. ‘Cennette görüşme’ sözüyle gözyaşları içinde yolculanmıştır. Yanına sadece özel-minik bir haberleşme cihazı ve yeni kimliğini almış, sürünerek girdiği tünelde gözden kaybolmuştur.

Abdülşafi İsrail’de

Simon Mebesilo yani Abdülşafi, Küdüs’e ulaştıktan sonra bir süre turist rehberliği yapar, sonra bir seyahat acentesi açar, çok paralar kazanır. Hemen bir partiye kaydolur. Ardından bir üniversitede tarih hocası olarak işe başlar. Öğrencilerine, ‘Dinler Tarihi’ dersleri verir. Çevresine anlattığı hikayeye göre Fransa’daki ailesi tümden Holokaust’a katledilmiş, kendisi Brezilya ve Avrupa’da yaşamış, şimdi ise İsrail’e yerleşmiştir! Kültür ve bilgisi ile hemen Mossad’ın ilgisini çekmiş, sıkı bir soruşturmanın ardından hükümetin ulusal güvenlik danışmanı olarak işe alınmıştır.
İsrail’e gelişinin üzerinden aylar geçmiştir. Bu arada beklediği işaret de gelmiştir. Şeyh Nedrettin, kimse kuşkulanmasın diye, eylem işareti olarak Beyrut Limanını havaya uçuracak, Abdülşafi, bunun beklediği işaret olduğunu anlayarak harekete geçecektir. Gerçi verilen işarette yüzlerce Lübnanlı ölmüş, ülkenin ekonomisi felç olmuştur, ama olsun! Abdülşafi, Komutanı Şeyh Nedrettin’in gözü karalığını, yaratıcılığını ve kurallara riayetini sevmiştir.
Artık beklenen o dönüşü olmayan zaman gelip çatmıştır. Tarih yeniden yazılacaktır. Abdülşafi, tüm hazırlıklarını yapmış, eylem yerine gitmiş, cihazını açmıştır. Komutanı arar; ‘Ya Seydi, hazırım’ der. ‘Ya Simon, neredesin, kaç kişi var etrafta’ diye sorar Şeyh Nedrettin. ‘Stadyumdayım. Korona bittiği için futbol maçları başladı, Maccabi Tel Aviv takımının maçı var, en az 50 bin Yahudi toplanmış.’ Komutan, ‘Değmez ya Simon, seni 50 bin küfera için mi hazırladık, daha kalabalık bir yer bul’ der ve cihazı kapatır.
Bir hafta sonra, Abdülşafi yine arar komutanı. ‘Ya Seydi! Madonna, Lady Gaga, Rihanna hepsi birlikte ‘Koronasız Dünya Konserine' gelmiş. Ben diyim 300 bin kişi, sen de 500 bin kişi toplanmış, Hazreti Musa gelse bu kadar kalabalık toplayamaz. Bu kalabalığı bir daha bulamam, ben harekete geçiyorum.’ Komutan Şeyh Nedretttin, ‘Ya Şehid, gazan mübarek olsun, cennette görüşürüz’ diyerek, onaylar.
Ortalık, kalabalık ve gürültüden göz gözü görmez, kimse bir diğerini duymaz haldedir. Abdülşafi, bir yandan da ayak altında ezilmemek için kendini korumaya çalışmaktadır. Cihazı kapatır kapatmaz, harekete geçer. ‘Dünya hayatı buraya kadarmış’ der. Son anında; ailesi, Dicle’nin kenarındaki çocukluk günleri, nevresime sarınmış tombul kadın, Kürtçe konuştuğu için askerde kendisini acımazsızca döven Onbaşı Metehan, evinin sokağındaki duvarlara yazılan ‘Kahrolsun Sömürgecilik, Bijî Kürdistan’ sloganları, imanlı abilerinin beline taktığı silahın soğukluğu, Komutanı Şeyh Nedrettin’in ona bir embesilmiş gibi attığı hınzırca bakışlar, gözünün önünden bir film şeridi gibi gelip geçer. Kemerinden hançerini çeker, ‘Allahu Ekber’ diye bağırarak, küt küt küt kendine saplamaya başlar!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar